arkınçelik
ifade tasarımı
web PEN WHITE.png

yazılar

çok sevdiğim bir arkadaşım Murat İpek'ten alıntı ile 

"merak etmeyin ben yazarım"

Lazarus

Ölüm geldiğinde onu açık kollar ve hafif bir vicdan ile karşılayabiliyorsan gerçekten yaşamış say kendini. Yoksa her yaşanmamış ân’ı ölüm sayabilirsin.

 

Pişmanlıklar ve kahır mı geçmişin yansıdığı perdede sürekli oynayan filmin adı?

Ancak ölerek mi kurtulursun taşıdığın yükten?

Öl o zaman…

 

Yaşadığımız hayatı değerli kılan şey aslında bir sonu olması. O sonun gelmeyeceğini düşündükçe ertelemek ya da üşenip vaz geçmek çok kolay. Yaşadığımız ân’ı değerli kılan bir daha geri gelmeyecek olması ise her an yeniden aynı kararı vermek durumunda kalan insan neden her zamankinden farklı bir karar verip bir kere de yok olmayı tercih etsin?

Ölümü kabul etmek insanın en son tercihi olsa gerek. Dylan Thomas’ın ölüm döşeğindeki babasına ithafen yazdığı “Don’t go gentle into the good night” şiirinde kendi yaşam bağımlılığını yansıtırken, henüz yargıladığı olgun yaşlara gelmemiş biri olarak ‘yaşlı ve bilge de olsa insan ışığın kararmasına karşı öfke duymalıdır’ der. Oysa gerçekten yaşamanın önündeki en büyük engel ölüm korkusudur. Her deneyimi en uç sınırlarını keşfedene dek sindirebilmek için bilinmeze ilerlemekten korkmamak gerekir.  

Son Sokratik Diyalog seansımızda sorulan sorulardan biri ‘güvenli alan ve konforlu alan arasındaki fark nedir’ idi. Güvende olmak ve rahat olmak arasında temel fark insanın ego’sunu da yaratan ‘kurallara uyma’ eğilimidir. Ne kadar karşı çıkıyorsan o kadar güçlü bir ego dürtüsüne sahipsin demek. Anarşistlere selam olsun... Güvende olmadığını bile bile burada rahat olmak ve rahatlığının bittiği ancak hala güvende olduğunu bildiğin bir yerde bulunmak tam anlamıyla bakış açısının ne kadar göreceli bir durum olduğunu ifade ediyor. Güvende ama rahatsız, rahat ama tehlikeli… zıtlık ne kadar aşikar ise tercihin o kadar daha değerli sayılıyor, bu da karşı koyduğun durum ile çatışmandan oluşan direncin yarattığı ben’lik bilincinin yansımasından ibaret. Gölgenin büyüklüğü ışığın açısına bağlıdır nesne ya da öznenin ebatına değil.

Bütün bunlar yüzünden ‘yeni doğan’ değil, ‘ölüp geri gelen’ yok-luk ve var-lık arasındaki gerçek değer karşılaştırmasını yapabilir. Tövbekar olmak, klasik sanatın en önemli temalarından ‘Return of the Prodigal Son’daki ya da ‘Ferrari’sini Satan Bilge’ gibi seçtiğin yolda yok olmayı göze alıp hatta tercih edip küllerinden yeniden doğarak aynı yolu tercih etmemek daha büyük bir değer ifade ediyor, nedense… hata yapmış olmak insanı daha fazla insan yapıyor sanki. Lazarus’un yeniden doğuşu ise ölümden geri dönüş olmadığı inancını sarsan bir mucize ile İsa’nın diğer sıradan insanlara göre en değerli varlığı olduğunu düşündükleri kendi hayatını da feda etmeyi seçecek kadar müsrif bir evlat olduğunu ortaya koyuyor. Lazarus’u ölümünden 4 gün sonra dirilittiğinde kuralları tamamen yıkan bir duruş ile kurulu düzene en büyük itirazı ortaya koyar ve ölümü, onu kanun olarak geçerli kılan güç nezdinde yine onun izni ile  yok sayar.

Peki modern insan ile dirilişin bağlantısı ne olabilir? Dış dünyaya yansıttığınız kişiliği bir düşünün, (yani olmaya çalıştığınız kişi ile olduğunuzu dışarıdan bakanların gördüğü kişinin bir kesişimi) bu kişiliğin inançlarına olan bağlılığı, varlığının devamından daha değerli ise inançlar ya da değerlerine kendisinden daha fazla değer veren bir birey aslında kendisine ne kadar büyük bir değer verdiği paradoksundan dolayı bağlılığının değerin yüceltme çabasında bulunmuyor mudur? Daha sade ve açık hali, “en değerli var-lık var olmak ise ondan vaz geçmeme neden olan şey daha değerlidir” önermesi. İşte Maslow’un ihtiyaçlar hiyerarşisinde bugüne dek pek çoğumuzun bildiği 5. basamağın da üstünde yer alan ‘intrinsic values’ kendinden daha büyük bir değere hizmet etmek aynen tam da burada karşımıza çıkıyor.

Homo Nova, yeni insan, düşünen insandan öte anlayan ve anlam yaratan insanın Homo Sapiens düzeyinde bile değerlendirilemeyecek çoğunluğa karşı duyduğu nefret, tiksinme ve tam zıttı yöndeki merhamet, şevkat bu ortak kaynaktan doğar. Yani Nietzsche ile Mevlana aynı denize bakıp damlaların bireyselliğine tam ters gibi duran ama yüzleri yerine sırtları birbirine dönük olduğu için karşıtlık yerine tamamlayıcılık özellikleri gösteren ifadelerle aynı manzarayı tanımlar.

Ölebilmek için doğmuş olmak zorunlu olduğu gibi hayat dediğimiz nane de aslında bir sonu olduğu için değerlidir. Bütün bu doğal saydığımız döngüyü reddeden Lazarus, ölümden geri dönüş ya da diriliş, ölüm ve doğum kavramlarının tamamlayıcılıktan kaynaklanan kısır döngüsünün dışına çıkmamızı sağladığı için kendi değerini ancak biz onu yine kendimizce anladığımızda ve tamamen bizim bakış açımıza göre ortaya koyar. Yine özetle: “Ölmek mi istiyorsun? Öldüğün için! Yaşamak mı istiyorsun? Yaşadığın için!” değer kazanırsın. Hem ölmüş olmak hem hayatta olmak Homo Nova’nın paradoksudur. Paradoks ikiliğin ötesini ifade eder. Para - deux, ikiliğin ötesi. Para - deus, tanrının ötesidir. İkilik, tanrı ile yarattıklarının ayrı olduğu eski dünya anlayışını. Paradoks, ikiliğin ötesi, ise tanrının yarattıkları ile aynı hatta yaratıkların yarattıkları bir tanımdan başka birşey olmadığını görmek ama bununla barışık olmaktır. Ya var olan herşey aslında yok-tur, ya da yok-luk diye birşey yoktur.

Ölüm geldiğinde onu açık kollar ve hafif bir vicdan ile karşılayabiliyorsan gerçekten yaşamış say kendini. Yoksa her yaşanmamış ân’ı ölüm sayabilirsin. Lazar, ölmeye de yaşamak kadar (hatta belki biraz daha fazla) saygı duyduğu ve hatta onu özlemle beklediği için korkmadan yaşar.