ifade tasarımı
web PEN WHITE.png

yazılar

çok sevdiğim bir arkadaşım Murat İpek'ten alıntı ile 

"merak etmeyin ben yazarım"

EGO

Doğu kültürü, yenmenin hayat hedefi olduğu Ego’yu, beslendiği kaynaklar ve verdiği tepkiler aracılığı ile anlayarak çözümlemeye uğraşırken anlamanın yarattığı çözülmeye ulaşmaya çalışır. Batı kültürü ise Ego’yu bireyci varoluşunun merkezine, hatta merkezdeki en yüksek tahta oturtur ve onun kölesi olur.

Ego, kişisel gelişim furyasında yeni akımın 1 numaralı düşmanı ilan edilmiştir. Oysa hayatta kalmamızı sağlayan da kaldığımız hayattaki yerimizi sağlayan da O olmasına rağmen. Bu yüzden Ego’nun beslendiği kaynakları anlamak ve verdiği tepkileri çözümlemek son derece önemlidir. “Yüksek Ego’lu” tanımını sıklıkla ve genellikle de yerinde kullandığımız bugünün dünyası, çoğumuz için her an her yönden gelen tehditler altında yaşadığımız son derece ölümcül bir yer… Ego’lar bu yüzden şişkin, yüksek ve çoğunlukla kaba. Ancak, bu tamamen bir algı yanılması. Tehlike bizim onun varlığını algıladığımıza inandığımız yerde değil, algılayanda, yani bizde kaynağını buluyor (kaynaklanıyor).

Burada biraz soyutlamaya ihtiyaç duyacağız, dikkat!

Eflatun’un gerçek ve yansımaların algısı ile ilgili Mağara Benzetmesi’nden yola çıkalım.

DNA’mıza işlemiş bir hayatta kalma güdüsü ile tetiklenen, artık yalama olmuş bu mekanizma sayesinde şahsımıza yönelik en küçük uyaranı ölüm tehditi olarak algılayan, biz modern insanlar, anlayış ve sevgiyi aldatılma psikolojisine kurban verdiğimizden ötürü sürekli bir güvensizlik içindeyiz. Bu öğrenilmiş güvensizlik nedeniyle her gün daha saldırgan, ön yargılı ve öfkeliyiz.

Her soruna dünyanın sonuymuş gibi yaklaşırsak, her sorunda dünyanın sonunu yaşamış oluruz. Hayat akıp gider… bir sonraki sorunla karşılaşıncaya dek.

Arkamız ışığa dönük, duvardaki yansımalara bakıp birşeylere benzetiyoruz, gölgeleri benzettiklerimizden korkup yanımızda en az bizim kadar korkan diğer bireye sarılıp belki biraz huzur bulmak yerine onu da korktuğumuz karartılardan biri hatta onların asıl nedeni yerine koyup kendimizi, olmayan düşmanın olmayan tehditine karşı koruyoruz.

İnsan sadece kendinde olanları karşısındakinde görebilir. Bu yüzden iyi niyetli insanları kandırıp dolandırmak daha kolaydır. Aynı seyahati yapan iyimser ve kötümser sonuçta aynı yoldan aynı yere varsa da birinin yolculuğu diğerine göre çok daha iyi geçer, hem de birebir aynı koşullar altında. Yani birini yaptığı birşeyden dolayı eleştiriyorsanız, kendiniz aynı durumda kalsanız ne yapardınız ya da yapmazdınız onu ortaya koyup bu kişiyi ona göre yargılıyorsunuz demektir. Tek doğru sizinki ya da benimki değil ne yazık ki… Birine verdiğiniz tepkide en küçük olumsuz bir yan yön varsa bu tepkiyi verenden kaynaklanır tepkiyi vermenizi sağlayan kişiden değil. Kan şekeriniz düşükken en küçük şeye parlayıp öfkeye kapılmak gibi.

Ego’yu sadece kendini üstün görmek ya da kişinin kafasında kendisine biçtiği gerçekçi olmayan değer ve buna bağlı gerçekçi olmayan beklentiler olarak görmek eksik kalacaktır. “Ben hayatta bunu yapamam” ya da “Ben buyum, daha fazlası olmaz, kesinlikle dayanamam.” benzeri lafları eden de yine sınırlarını keskin hatlarla belirlemiş ve bu sınırların değişmesine karşı kesin tavırla direnen yüksek, şişkin bir Ego’dur.

Peki biz yayıncıların Ego’su yüksek olmak zorunda mı?

Kendini bilen her insanda olduğu üzere belli oranda kendini bilmekten kaynaklanan güven sağlıklı bir durum sayılır. Kendini bilmeyen cahil cesareti ise yukarıda adı geçen rahatsız edici Ego durumlarını doğurur. Bir eksiği kapatmak için eldeki en büyük gücü kötüye kullanmak da aynı durum olarak değerlendirilebilir. Bu durumda da yöneticilerin Ego’su yüksek olmayanı pek rastlanan bir durum değildir. Ezik, utangaç, silik birinin yayında olmak gibi bir dürtüsü genelde olmaz. Topluluk önünde konuşamayan pek çok birey de bu “ayıplanma, utanma” korkusu nedeniyle tutukluk hatta kalp krizi yaşar.

Sağlıklı bir denge tutturmak hayatın her alanında temel gereksinim olduğu gibi Ego’nun dengelisi de daha önce belirttiğim üzere hayatta kalmamıza ve kaldığımız hayatta elle tutulur birşeyler başarmamıza neden olan dürtüyü ve devam etme gücünü sağlar.

Sadece herkesin yapmadığı birşeyi yapıyor olmak biz yayıncıları özel kılmıyor. Örneğin amuda kalkarak yemek yiyebilmek de herkesin yapmadığı hatta yapamadığı şeylerden biri. Bir duvar ustasının ya da fırıncının yaptığı iş daha fazla ustalık ve herhangi bir zanaat daha fazla yetenek gerektiriyorken bizim sadece geniş kitlelere hitap ederek konuşmamıza olanak sağlayan bir teknolojinin parçası olmamız özel bir durum değil.

Ancak insanoğlu bireysel farklılıklar üzerine kurulu, türe özgü bir özellik taşıyor. Her birey eşsiz ve ikiz dahi olsa tamamen aynı olamıyor. İşte bu eşsizlik, sıradan bir durum. Yani herkesin eşsiz olduğu bir ortamda “tek olmak” bu grup üyelerinin belirleyici tanımıdır. Sıradanlığı içinde eşsiz hayatlarımızı birbirinden ayırmaya çalışmak yerine birleştirici ve bütünleyici bir çaba ile yargılamadan kabul etmek sonuçta daha sağlıklı, mutlu ve huzurlu bir hayat yaratacakken buna karşı direnmek ve her yanımıza duvarlar örmek yine toplumsal travmalar ve kişisel hayatta kalma mekanizmaları sayesinde oluyor.

Hayatta kalmak için bu kadar çaba harcarken neden hayatımızı daha güzel hale getirmek için de benzer çaba göstermiyoruz sorusu çok daha modern yankıları olan bir durumu özetliyor. Tehlike ve tehlikenin devamı aynen sağlık sektöründe olduğu üzere hastalığın iyileşmesi yerine tedavinin uzamasında yaratılan kârlılık gibi Ego’muz için varlığını kanıtlama ve sürdürme yolu. Bilinçli olarak kendimizi sürekli tehlike altında hissetmek kendimizi var hissetmek demek ancak buradaki temel yanlış bizim kendimiz sandığımız şeyin, Ego’nun aslında “biz” kompleksinin dış yüzü gibi bütünlükten ve özdeşim kurulacak gerçeklikten uzak bir yapı olması. Ego tehdit sever. Herşey güllük gülistanlıkken sorun bulamayıp yine depresyona giren “taze”ler gibi Ego’muz da en çiğ tavırları sergilerken asla utanç duymaz ve gerekli gördüğü anda pirenin kendisi değil olasılığı için yorgan yakabilir. Tanıdık bir tarz, hal ve tavır görebiliyor musunuz?

Yayında çizdiğiniz profilin hiçbir önemi yok. Mikrofon kapandıktan sonra hala anons ettiğiniz konuya aynı ilgiyi duyuyor musunuz? Yaşadığı son anlarda sizin yaptığınız son anonsu dinleyen bir insana söylenecek son sözleri ettiğinizin farkında olsanız aynı anonsu yapar mıydınız? Ya da son anonsunuz olduğunu bilseniz yine aynı şeyleri mi söylerdiniz? “Devamı olmayacak, bu son, bir daha yok” dendiğinde durum hafif bir değişiklik arz ediyor değil mi? İşte o zaman gerçek “ben” biraz daha ortaya çıkıyor, belki ondandır…

Biz yayında Ego’muzu satıyoruz, peki bunun farkında mısınız? İstemediğiniz halde, işiniz bu olduğu için, hasta hasta ya da o gün isteksiz yayında olduğunuz her an bunu düşünün. Bizim işimiz, belirtilen format içinde dışarıdan öne çıkan belli özellikleri ile algılanan bir birey olgusu yaratmak. O kişi olmayı tercih edebilirsiniz ama sonuçta olmak istediğiniz kişiyi yayına sokarsanız uğraşacak mecaliniz olmadığında ya da durum el vermediğinde hayal kırıklığı yaratırsınız.

Farkındalığın ne olduğunun farkına varmam 35 yılımı aldı ama sanırım fark ettiğim şey isteyen herkesin anlayabileceği ama kesinlikle farkına vardıktan sonra pişman olma olasılığı olan birşey. Yüzeysel olarak ne yaratırsak yaratalım, bu, içten gelenin dışa yansıması olmadığı sürece, yanılsama özü ele geçirip gerçek yanılgısı haline geliyor. Ego, zihnimiz ve bedenimizin oluşturduğu duyu ve algılarla kendini “var” eden bir bilgisayar programı. Bu programı izleyip yorumlayan yine programın dışında bir yerde. Bu sözcükleri yazdığım an kafamdan geçenlerin oluştuğu bir yer var. İşte oradan, bu düşünceleri biri bana okuyor ben yazıyorum. Düşünce benim içimde kendi deneyim ve çıkarımlarımla oluşuyor, okuyan kendi sesim, yazan kendi elim. Mağaraya geri döndük. Siz yazdıklarımı okurken içinizde bir ses bu yazılı harfleri tanıdık ses karakterlerine dönüştürüyor. Sesi çıkmıyor ama içinizde biri bu yazıyı okurken yine aynı yerde ama belki biraz daha geride biri bu yazıyı duyuyor ve bazen dinliyor, anlamak için kendi bildiği bilgileri, kendi deneyimlerinden yaptığı çıkarımları sürekli yokluyor ve sonunda yazıyı yorumluyor. Gören gözünüzden giren ekranın ışığının yansıması kafanızda bir düşünce yaratıyor. Benim içimden, bilmediğim bir kaynakta doğan düşüncem şimdi sizin içinizde... peki gerçek nerede?

Ego’larımız arada olduğu sürece, onların kapattığı yerlerden sızan bir gerçeklik hissi var gibi. Arada olmadıklarında, yani yazının kafanızdaki yorumunu benim kim olduğum, sizin kim olduğunuz ya da “sen kendini ne sanıyorsun” ön yargılarından arınarak yaptığımız anda asıl öz neyse ona ulaşma şansımız daha yüksek. Çünkü kim olduğumuz sorusuna verdiğimiz cevap sadece toplumsal etiketler ve kabullenilmiş çaresizliğin çarpıtılmış isimlerinden ibaret bir dil. Bu yanılsamayı aşmayı başaranlar için büyük bir aydınlanma ve huzur vaat ediliyor.

İnananlar için hiçbir açıklama gerekmezken, inanmayanlara hiçbir açıklama yetmiyor. (David Blaine’in DVD kapağından alıntı)

Arkın Çelik